Aylar oncesinden biletlerini alip sabirsizlikla bekledigimiz konser gunu gelip catmisti. Hem konser icin hem de ilk defa gidecegimiz Paris'i iki guncuk de olsa gezecegimiz icin heyecanliydik. Tongeren'den yavas hizli trenimizle Bruksel'e gitmek icin evimizin yakinindaki istasyona geldik ve umdugumuz gibi aktarmasiz trene denk geldik. Trenin haraket saatini beklerken home-made sandwichlerimizi yedik, biraz da fotograf cektik.
Bir bucuk saat civarinda surdu yolculugumuz. Tren rahat ve sakindi. Cagri, Michel Thomas dinleyerek fransizcasini ilerletirken, ben sakin muziklerle yolu izlemeyi tercih ettim. Ama yoldaki geyikleri goren yine o oldu :)
Bruksel'den hizli tren aktarmali Paris Gare de Nord'a indik. Metroyla Otelimiz Ibis'in hemen dibindeki metroya gitmek amaciyla aktarma yapmaya calistik. 3 gunluk metro bileti aldik ama metroyu cok az kullandigimiz icin bize biraz pahaliya geldi, cunku 50 euro kadar bir para odedik ama 3-4 kere anca kullandik metroyu.
Bir de hep mi boyledi bize mi denk geldi bilmiyorum ama metroda problem cikti. Aktarma yapmamiz gereken metroya bindikten sonra 15 dakika bekletildikten sonra sorun oldugu soylenip indirildik. Bir sonrakileri beklemek de yersiz oldu, o metrodakiler de indiriliyordu bekledigimiz yerde. Baska bir metro hattina gitmeye karar verdik. Bizim disimizda kocaman bir insan seli de ayni karari verince ezilme tehlikesi geciren insanlarin kavgalarinin arasinda kaldik. Bir sekilde kendimizi metroya attik ve Ibis'in yakinindaki Cour Saint-Emillion duraginda indik. Parisle ilgili sevmedigim tek sey sanirim metrolariydi. Zaten gitmeden once uyarilmistik tekin yerler olmadiklariyla ilgili.
Metrodan cikinca hepsinin onunde bahce olan restaurantlarin sagli sollu yer aldigi, insanlarin civil civil oldugu isil isil bir sokak olan Bercy Village'den gectik.
Otelimiz hemen karsimizda bizi bekliyordu. Girisimizi yapip esyalarimizi biraktiktan sonra konser alaninin yolunu tuttuk. Parc de Bercy 'nin icinden yuruyerek bes dakikada konser alaninin onune geldik planladigimiz saatte. Numarali kisimda fazla sira olmadigini gorunce acikan karnimizi peynirli italyan sandwichi ile yatistirip iceri girdik hic sira beklemeden. Kendimize konser hatirasi birer t-shirt aldik ve muhtesem konserin tadini cikarttik.
Roger waters ekibiyle bastan sona nefes kesici bir konsere ve hayatimda dinledigim en guzel comfortably numb'a imza atti o gece.
Konsere gitmeden once internette yazilanlari okurken; kim oldugunu hatirlamadigim bir sozluk yazarinin yazarin ' aylar oncesinden 100 euro verdim, keske imkan olsa da konseri tasvir edebilsem, 5000 euro olsa yine verirdim, insan hayatinda kac kere boyle bir sey yasar ki.' vari yorumlarina denk gelmistim. Buna benzer baska yorumlardan da sonra cok buyuk bir beklentiyle gittim, bir yandan da hayal kirikligina ugrar miyim endisesi ile.
Konser saatinden bir saat once gitmemize ragmen hic sira beklemeden girmemiz, konser baslayana kadar calan guzel parcalar, zamaninda baslayan konser, makul ara suresi, hic teknik aksaklik ve o kadar coskuya ragmen insan kaynakli en ufak bir problem olmamasi, gece yarisina dogru bitmesine ragmen disariya ciktigimizda havanin tam kararmamis olmasi ve insanlarin yuzundeki o ifadeyi gormek gibi konseri guzel yapan dis faktorlerin yaninda asil etkileyici olan ve anlatarak yasatmanin imkansiz oldugu kisim konserin kendisiydi aslinda.
Videolarini izlerken bile yeterince etkileyiciyken; o atmosferin icinde duvar tamamen orulurken muhtesem muzik, isik ve sahne gosterileri, elestiri, elestiri, cocuklar, yitirilenler, yitirilecekler, kadin, ask...
duvarin yikilisi...
Konser ikimizi de cok etkiledi ve inanilmaz zevk aldik. Konser bitiminde kalabalik insan topluluguyla birlikte yurumeye basladik. Otele donmeden Bercy Village'de etini yiyebilirmiyiz diye korkarak siparis ettigimiz burgerlarin cok lezzetli cikmasi uzerine karnimizi bir guzel doyurup Ibis'e geldik. Iki gune sigdirmaya calisacagimiz yogun gezi planimiz icin sabah 6'da kalkmamiz gerektiginden hemen uyuduk.
Sabah uyaninca hemen hazirlanip metroyla Chatalet'e geldik. Kahvalti mekanimiza yururken gorduk ki buradaki metrolarin tek guzel tarafi girisleriydi.
Saint Michel sokaklarinda yururken karsimiza 'La Fontaine Saint Michel' yani Saint Michel Cesmesi cikti..
Bu devasa cesme 1858-1860 Yılları arasında Mimar Gabriel Davioud tarafından yapılmış. Yapımı cumhuriyet yonetimine donulmeden onceki son krallik donemi olan 2. İmparatorluk Dönemine geliyor.
Ihtilalden sonra yakilip yikilan Paris'i tekrar güzellestirilmesi için III. Napolyon tarafindan işbaşına getirilen Baron Georges Haussmann zamanında birbirinden güzel çeşmeler, meydanlar, bulvarlar, binalar yapılır. İste Saint Michel çeşmesi de onun zamanındaki eserlerden birisi.
Ortadaki ana figurde St Michel'in şeytanı yendiği sahne sergileniyor. Francisque-Joseph Duret tarafindan yapilmis. Her iki taraftaki kanatlı ejderha heykelleri Henri Alfred Jaquemart tarafından yapılmış. Bu heykelin üzerinde durduğu kaya Félix Saupin tarafından biçimlendirilmiş. Anıt çeşmedeki rölyefleri de Noémie Constant yapmış.
Biraz dolastiktan sonra kahvalti icin gitmeyi planladigimiz Paul'e geldik.
( Paul : 14 Boulevard Saint Michel )
Klasik fransiz kahvaltimizi kruvasan ve kahve ile yaptik. Bizim pogacalarin yerini tutmasa da bir Paris sabahinda hic de fena gitmedi.
Kahvaltimizi ettiktek sonra Saint Michel sokaklarinda dolasa dolasa Notre Dame Katedrali'ne geldik. Victor Hugo' nun unlu Notre Dame Kamburu romanini burada dolasirken gordugu bir yazidan esinlenerek yazdigi soylenir.
Katedralin duvarlarindan birinde gotik tarza yazilmis Eski Yunanca’da “kötü talih” anlamına gelen 'ANAΓKH' yazisini goren Victor Hugo kafasinda “Eski kilisenin alnına bir suç ya da cinayet damgasını vurmadan bu dünyayı terk etmek istemeyen ve acı içinde kıvranan ruh acaba kimindi?” diye düşünmeye başlar ve guzel ve cirkinin vurgulandigi huzunlu ask hikayesini yaratir.
Bu roman 19. yuzyilin baslarinda yeniden yapilanma calismalari sirasinda bakimsiz oldugu ileri surulerek yikilmak istenen katedralin, halk arasinda ilgi uyandirarak yikilmasini onlemistir.
Notre Dame Katedrali Paris’i ikiye bölen Seine Nehri’ndeki Cité Adası üzerinde.
Katedralin en unlu kismi bati cephesi. Batı Cephesi’nin en önemli kısımlarından biri Güney Kule’de bulunan ünlü Emmanuel Çanı. Tam 13 ton agirligindaki bu Çan, katedralin en eski parçası. Cephenin ortasında vitray sanatinin en dikkat cekici orneklerinden biri olan Batı Gül Penceresi bulunuyor. İşlemelerle süslü bu pencerenin önünde bir ölümlü olan Meryem’in ve hem ölümlü hem de tanrı olan İsa’nın heykelleri bulunur.
Krallar Galerisi’nin altında ise 3 adet büyük kapı bulunur.
Ortadaki kapı Son Hüküm Kapısı, bunun sağındaki kapı Azize Anne Kapısı ve orta kapının solundaki kapı ise Meryem Ana Kapısı’dır. Her bir kapıda, kapının adının hikâyesi kabartmalı figürlerle resmedilmiş.
Katedral hafta içi her gün sabah 08:00’den akşam 18:45’e kadar açık. Cumartesi - Pazar günleri ise kapanış saati 19:15. Katedrale giriş ücretsiz.
Notre Dame'in ruhani havasindan etkilenmemek mumkun degil. Aslinda fondan da muzikali verseler butun gunumu orada gecirebilirim. Katedralden kendimize hatira olarak 2€ ya alinabilen madalyonlardan aldik. Yakinindaki hediyelik esya satan dukkandan da bir kac hatira almayi ihmal etmedik.
Seine nehrini izleyerek dolasirken Pont Des Arts Köprüsü (Sanatlar Köprüsü) ya da halk arasindaki adiyla ‘Pont Des Amoureux’ (Aşıklar Köprüsü) uzerinde sonsuz aski simgeleyen meshur asma kilitleri gorduk.
Bu asma kilitler asiklar tarafindan asilip, anahtari da aska bagliligini gostermek icin kilitten coook uzaklara atilirmis. İlk olarak 1980’lerde Macar kenti Pecs’te başlamis “Asma Kilit Eylemi” ama Paristeki kopruye kilit asma, agirlik yaptiklari gerekcesiyle yasaklanmis.
Aci badem kurabiyesini andiran bu rengarenk ''macaron''lardan da aldik ve tadini baktik oturdugumuz bir kafede gizli gizli yiyerek :) Frambuazli olani en guzeliydi kanimca.
Resim, heykel, doğu sanatları, Mısır sanatları, Yunan sanatları, sanat eserleri, desen gibi dallara ayrılan kısımlardan meydana gelen, Leonardo Da Vinci'nin ünlü Mona Lisa'sınin da bulundugu ve müzenin tamamını dolaşmanin 28 gün sürdüğü Louvre Müzesi' ne geldik. Bizim sadece 2 gunumuz oldugundan muzenin bahcesini gezmekle yetindik. Daha cok vaktimiz olan bir zamanda daha ayrintili gezmeyi umuyoruz ve dunya gozuyle Mona Lisa'yi gormeyi.
Louvre muzesinin onundeki ''Jardin des Tuileries'' bahcelerini dolasa dolasa Champs Elysees (Şanzelize) bulvarina ciktik. Ayrıca Concorde meydaninda ( Place de la Concorde )'da bulunan 23 metrelik Luksor dikilitaşini da gorduk.
Champs Ellysees'deki en guzel tecrube Fransizlarin meshur sogan corbasini denemek oldu. Ustu 3 parmak peynirle kaplanmis, icinde pidelerin oldugu bu leziz corba kesinlikle denenmesi gereken bir tat.
Paris'in en guzel caddesi denen; Luksor Dikilitaşın bulunduğu Concorde Meydanından başlayan ve Arc de Triomphe anıtının bulunduğu Charles de Gaulle Meydanında biten,ilk kilometresi düz, ikinci kilometresi ise yokuşlu 1950 metre uzunlugundaki Sanzelize bulvarini pahali magazalara goz atarak arsinlayarak Zafer Anitina (Zafer Taki) (Arc de Triomphe) ulastik.
Austerlitz zaferinden sonra Napolyon'un emri ile yapımına başlanan ve yapımı 1836'da tamamlanan, 4 temel sütundan oluşan ve bu sütunların üzerinde kabartma heykeller bulunan, içinde yapı ile ilgili küçük bir müzenin bulunduğu, toplam 6 ana yolun kesiştiği noktada yapılan, zamanında Napolyon'un geçit törenlerinde üstünden ordularını selamladığı anıt. Altında bir de meçhul asker anıtı varmis ve bu mezarın üstünde bulunan alev 1923 senesinden beri hiç sönmemekteymis, savaş gazileri ve dernekler tarafından alev, her akşam saat 18:30'da, tazelenmekteymis.
Ustune de cikmak mumkun bu yapinin ama biz kisitli zamandan dolayi Eiffel'i gormeden gitmeyelim diye altinda dolasip, disardan izlemeyi tercih ettik.
Dolu dolu bir gunun sonunda Eiffel'e ulastik Seine nehrini gecerek ve cimlerine uzanip dinlendik biraz.
Suanda Paris'in sembolu olan bu yapi zamaninda Paris halki tarafindan cirkin oldugu gerekcesiyle yikilmak istenmis ve bunun icin imzalar toplanmis. Fakat boyle buyuk demir bir yapiyi yikmak cok pahaliya patlayacagindan yikilmasindan vazgecilmis. Simdi ise yilda 6 milyon turisti ceken bir sembol durumunda.
300 metre yuksekligindeki Eyfel Kulesi her 7 yılda bir, 60 ton boya ile boyanırmis. Zaman içinde kulenin rengi kırmızımsı kahveden, sarımsı kahveye, daha sonra kestane kahvesinden bugünkü bronz tonuna dönüşmüş.
Kule uc platformdan olusuyor. ( 57m, 115m, 276m ) Biz bu gidisimizde cikmadik ama ziyaretçiler, üç asansörle kuzey, batı ve doğu kanatlarından ilk iki platforma ulaşabiliyor. İlk ve ikinci katlarda lokantalar mevcut. Ayrıca ilk katta, Eyfel Kulesinin tarihinin anlatıldığı bir sergi var. Aktarma yaparak en ust kata cikmak da mumkun. En üst platform hem çatılı hem de üstü açık bir alana sahip.
Eiffel'den karnimizi doyurmak icin Seine nehrinin karsisina gecerken Pont de l'Alma kuzey ucu yakınında yer alan The Flame of Liberty (Flamme de la Liberté) karsimiza cikti.
Newyork'taki Ozgurluk Heykelinin alevinin birebir kopyasi olan bu altin yapraklarla kaplanmis yapi Fransız-Amerikan dostluk sembolü olarak dünya çapında bağışçılar tarafindan Fransa halkına sunulmus.
Galler prensesi Diana'nin 1997 yilinda Pont de l'Alma'da koprunun altinda olmesi uzerine Prenses Diana icin resmi olmayan bir anit haline gelmis ve suanda buraya gelen bir cok kisi bu anitin onun icin insa edildigini dusunuyormus.
Biraz daha dolasip bir cafede Pina coladalarimiz yudumladiktan sonra bir Lubnan restauranti olan Noura'ya gittik. Falafel'in tadina baktik, humus yedik, ismini hatirlamadigim degisik bir tatli yedik ve enfes taze naneli siyah cay ictik.
Bu yorucu ama harika gunun ardindan otelimize donduk. Televizyonda Miss Italy izlerken uyuyakalmisiz:)
Pazar sabahi otelden cikisimizi yapip Bercy Village'de sadece marmelat-tereyagi-ekmek ve kahveden olusan peynirsiz kahvaltimizi yaptik. Parc de Bercy'yi dolasa dolasa metroya ulastik.
Konser alanimizin disaridan bir fotografini cektik hatira olarak ve solugu Pigalle'de aldik. Ozel bir isletme olmasina ragmen Paris'in simgesi haline gelmis 'Moulin rouge' kabaresini ve ustundeki kirmizi degirmeni gormek icin.
http://www.moulinrouge.fr/index_gb.php
Bir parissien kafede soluklandik ve dugun pastasi gorunumlu Sacre Coeur'a gittik.
Sacre Coeur yani Kutsal Kalp Bazilikası Monmartre'de Paris'in en yüksek rakımında bulunmaktadır. Yuzlerce merdiveni cikarak ulasilan bu tepeden Paris'i izlemek cok zevkli. Sabah 6'dan aksam 11 bucuga kadar acik olan bazilikaya giris ucretsiz ve iceride fotograf cekmek yasak.
Bembeyaz bir dugun pastasi gorunumundeki bu bazilikada 18.835 kg ağırlında ve capi 3 metrelik Fransa'nin en agir cani olan La Savoyarde bulunuyor.
Monmartre'deki bir diger gorulmeye deger kisim ressamlar tepesi. Zamaninda unlu ressamlara ilham veren bu tepede simdi daha cok turistik amacli ressamlar bulunuyor. Belirli bir ucret karsiliginda resminizi yaptirabiliyor ya da resim satin alabiliyorsunuz.
Yine merdivenlerde bir durak olarak Amelie filmindeki rengarenk atli karincayi da gormek mumkun.
Kisa paris seyahatimizi sirin bir restaurantta domatesli mozarellali atistirmalikla baslayip, dusundugumuzden daha az kanli ve cok lezzetli et yemekleriyle devam edip, krem karamel yiyerek noktalayip, Gare de Nord'a dogru yola koyulduk. Bruksel aktarmali trenimizle Tongeren'e varip evimize ulastik, muhtesem bir konser ve masal gibi Paris'i arkamizda birakarak.
Süper faydalı oldu bu yazılar:) Listeme bi kaç ekleme daha yaptım. Cüzdanıma da biraz daha euro ekleme kararı aldım. Hep az param olduğunu düşünürüm yurtdışına çıkarken çünkü her şeyi yemek ve almak isterim genelde:)) Linklerini tek tek ekleme inceliğini gösterdiğin için ayrı bir teşekkür daha ediyorum. Döndüğümde arşivinin geri kalanını inceleyeceğim:) koskocaman sevgiler!
ReplyDeleteHer post ile ilgili fikirlerini belirttigin icin ben tesekkur ederim:)
ReplyDeleteKeyifli bir gezi diliyorum, bol bol gez, eglen, ye, ic, guzel anilarla don evine, donunce konusuruz tekrar :D